Tuesday, March 29, 2016

Konuşurken...

Uzun yıllardır bilimsel dünyada yapılan araştırmalar, insan gelişiminde içerisinde bulunulan ekolojik çevrenin ve biyolojik faktörlerin etkileşim halinde  meydana geldiği bulgusunu destekler niteliktedir. Gelişimin önemli bir alanını oluşturan dil gelişimi de bu etkileşim sürecinin bir sonucudur.

İnsanları diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden biri konuşma becerisidir. Konuşmaya giden yolda dil gelişimin önemli bir parçası olan iletişim becerisi diğer canlılarda da görülebilir. Hiç şüphesiz ki iletişim yalnızca konuşabilme becerisi ile meydana gelmez. Diğer canlılar da kendi yaşam mücadeleleri boyunca hayatta kalabilmek ve kendi yaşam standartlarını devam ettirebilmek için iletişim halindedirler. Hayvanların ve insanların özellikle sözlü olmayan iletişimde temel farkları; insanların ifadelerinde esneklik özelliğine(functional flexibility) sahip olmalarına karşın diğer canlıların ifadelerinde sabit anlamları(fixed functions) kullanmalarıdır. Biz ise burada insanların dil gelişim süreçlerini anlamak için özellikle esneklik özelliğine vurgu yapacağız.

Yeni doğan bebeklerle(3-4 aylık) yapılan bir çalışmada dil gelişiminin ilk safhalarını incelemişler ve bunun sonucunda ağlamanın ve gülmenin üzüntü ve sevinç gibi her daim aynı amaçlar için kullanılmasına karşın(fixed function)mırıltı, hırıltı gibi bebeklerce çıkarılan seslerin farklı zamanlarda farklı anlamları ifade etmek için (functional flexibility) ortaya çıktığı gözlemlenmiştir. Yani çocuklar mırıldama, hırıldama tarzı sesleri hem mutlu olduklarında, hem üzgün olduklarında hem de örneğin annenin dikkatini çekebilmek için iletişim aracı olarak kullanabilirler. Kullanımlarda ortaya çıkan bu çeşitlilik ve esneklik bu tarz seslerin dil gelişimin ve konuşmanın önemli bir bölümüve ilk basamakları olduğu savını desteklemektedir.

İnsana özgü konuşma becerisinin meydana gelmesi için sahip olunması gereken fizyolojik donanımının yanında çevresel faktörler de hiç şüphesiz büyük bir role sahiptir. Bebekler daha anne karnında iken kendi ana dillerine karşı farkındalık sahibi olurlar. Bunu desteklemek için alman ve fransız bebekler arasında bir deney yapılmıştır. Almaca ve Fransızca tonlama, ifade ve ses frekansları açısından birbirinden çok farklı iki dildir. Hamileliğin son zamanlarında bebekler ana dillerinin ses özelliklerine duyarlı hale gelirler ve bu ses özelliklerini benimserler. Erken dönemde bu ses özelliklerine maruz kalan çocukların ağlamaları karşılaştırılmış ve sonuç olarak her çocuğun kendi ana ses frekansına uygun şekilde ağladığı ortaya çıkmış. Yani alman ve fransız bebekler, almanca ve fransızcanın yapısına uygun olarak ağlama sesi çıkarmışlar. Literatürde yer alan diğer bilgiler de çocukların kendi yerel dillerine olan eğilimini destekler niteliktedir. Hatta çocuklar kendi yerel dilleri içerisindeki aksan farklılıkları sezebilmektedirler ve bu sebepten dolayı telaffuzdaki çeşitlilik ve farklılığı görmezden gelerek anlama odaklanabilmektedirler. Yani, tıpkı biz yetişkinlerde olduğu gibi, telaffuzun farklılaşıp aksan çeşitliliği oluşması kendi ana dilimizi anlamaya engel değildir.

Günümüz globalleşen dünyasında bir diğer önemli mesele ise iki dilliliktir. Özellikle doğuştan itibaren en az iki dile maruz kalıp bu dilleri ana dil gibi öğrenmek kişiyi tam anlamıyla iki dilli yapar, beyindeki dil gelişimi mekanizmalarının bu doğrultuda gelişmesini sağlar. Literatürde iki dilli olmanın olumlu yönleri, olumsuz yönleri ve nötrlüğü üzerinde durulmaktadır. Ama araştırmalar, büyük oranda en az iki ana dile sahip olmanın beyin gelişimini olumlu yönde etkileyip yaşlılıkta karşılaşılabilecek unutkanlık gibi sıkıntıları geciktirdiğini ve bu ihtimali düşürdüğünü söylemektedir. Bunu desteklemek için ise, iki dile sahip olan kişinin daha çok zihinsel egzersiz yapmak durumunda olduğunu ve bu sayede kullanılan kapasitenin yaşlanmaya yönelik koruyucu bir etki yaptığı ileri sürülmektedir.



Dil gelişimi yalnızca iletişimin oluşması için değil, kültürün de oluşması ve devam etmesi içindir. Her dil yapısı anlam ve karakterleri bakımından kendi öznel özelliklerini barındırarak kültürel bir birikimin oluşmasına ve yayılmasına da öncülük eder. Günümüzde etkileşimin ve çok kültürlülüğün artması bana göre özellikle bilişsel açıdan dil odaklı beyin gelişimine katkı sağlamaktadır. Çocukların çevresini oluşturan bizler onların dil gelişimine en duyarlı oldukları 0-3 yaş dönemini onlarla olabildiğince iletişim halinde olursak, onlara deneyimlerinde çeşitlilik sunarsak ve okuma yazmaya yönelik araçlarla vakit geçirebilmelerini sağlarsak, hiç şüphesiz çocuklarımızın bizlere anlatabilecekleri daha çok şeyleri olacaktır :)

Referanslar


Bialystok, E., Fergus, I.M., Craik & Luk (2012) Bilingualism: consequences for mind
and brain. Trends of Cognitive Science, 16(4)

Kitamura, Christine, Robin Panneton and Catherine Best. 2013. The development of language constancy: Attention to native versus nonnative accents. Child Development 84: 1686-1700

 Mampe, B., Friederici, A. D., Christophe, A., & Wermke, K. (2009). Newborns' Cry Melody Is Shaped by Their Native Language. Current Biology, 19(23), 1994-1997.

 Oller, D. K., Buder, E. H., Ramsdell, H. L., Warlaumont, A. S., Chorna, L., & Bakeman, R. (2013). Functional flexibility of infant vocalization and the emergence of language. Proceedings of the National Academy of Sciences, 110(16), 6318-6323.
 
 Zahodne, L. B., Schofield, P. W., Farrell, M. T., Stern, Y., & Manly, J. J. (2014). Bilingualism does not alter cognitive decline or dementia risk among Spanish-speaking immigrants. Neuropsychology, 28(2), 238-246. 






Monday, March 14, 2016

"Yeni" olana İlgi

Öğrenmek, insanlığın doğasında var. Öğrenme süreci ise henüz doğmadan anne karnındayken başlar...
Okurken gözleri kocaman açtırıp, insanı hayretler içinde bırakabilen bu bilgi, bilim insanları tarafından 93 hamile anne adayı ile yapılan bilimsel bir çalışma ışığında desteklenmektedir. Bu çalışmaya göre en azından hamileliğin 30. haftasından itibaren anne karnındaki bebeklerin deneyimledikleri yeni bilgiyi hafızalarında depoladıkları ve aradan geçen 4 hafta sonunda dahi yeni edindikleri bu bilgiyi hatırladıkları ortaya çıkmıştır.
Öğrenme süreci düşünüldüğünde şu durum bilinir ki yeni bir uyaran verildiğinde organizma onu anlamlandırma sürecine başlar. Bu süreç boyunca tıpkı anne karnındaki bebeklerin yeni karşılaştıkları bir uyarana karşı yansıttığı gözlemlenen fiziksel tepkiler gibi, birey yeni olanı anlamaya, tanımaya başlar ve onun hakkında bir şeyler öğrenmek için ilgisini ortaya koyar. Fakat zamanla bu yeni olana karşı bir alışmışlık meydana gelir ve gösterilen ilgi azalabilir. Yukarıda bahsedilen çalışma ile de bu durun yani 'sıkılmanın' meydana geliş süreci desteklenmektedir. Yani anne karnındaki bebekler zamanla duruma, uyarana alışmaya başladıkları için sıkılır ve artık tepki vermekten vazgerler.
Sıkılma durumunda, o uyaran ile belli bir süre karşılașılmazsa, kişinin onunla tekrar karşılaşması durumunda sıkılma davranışının sönmüş olma ihtimali vardır. Yani, kişi onu yeni bir uyaranmıș gibi algılayabilir ve ona bir süre daha ilgi gösterebilir. Aslında bu yöntem çocuklar ile keyifli zaman geçirmek ve onların "Canım sıkılıyor" serzenişlerine çare olmak için olumlu bir duruma dönüşebilir. Hemen hemen her ebeveyn çocuğunun var olan oyuncaklarının bir kısmını ortadan kaldırıp bir süre sonra tekrar çocuklarına vermiştir. Böyle durumlarda çocukların bu oyuncaklara karşı kaybettikleri ilgi bir süreliğine de olsa geri gelmektedir ve serzenişler de sona ermektedir.
Çocukluk insanlığın öğrenmeye, keşfetmeye en açık ve istekli olduğu dönemlerdendir. Bu süreç doğumdan da önce başlar. Bu sebepten dolayı çocuklarımıza olabildiğince sıklıkla yeni ve kaliteli deneyimler sunmak, öğrenme fırsatları vermek ve bıkmadan sorularını cevaplamaya yardımcı olmak hem onları hem de bizleri sınırları olmayan öğrenme yolunda aktif tutar!

Referans:
Dirix, C. E. H., Nijhuis, J. G., Jongsma, H. W., Hornsta, G. 2009, Aspects of Fetal Learning and Memory. Child Development, 80(4), 1251-1258